Are You Ready?



Herkese,



Hep beraber, Herkes Kendine
(Ve Aslında, Böylece, Herkese)

Bu e-mektubumda, insanların, haberleşme networklerinden de (Internet,vs.) faydalanarak, Asayiş/"Polis", Askerî, ve Politik-Temsil sistemlerini nasıl mâkul, ve hakkaniyetle gerçekleştirebileceklerine dâir fikirlerimi ifade ettim.

Tenkidlere, ve teferruat taleblerine açığız.

Alâkalı tanıdıklarınız varsa, onlara da gönderebilirsiniz.

Kategorize edecekseniz, İslâmî-serbest/liberal, insanlara dayanan bir sistem.

Zira, şunu unutmayın: Anarşinin tersi, faşizm değildir. Faşizmin kendisi anarşinin bir türüdür.

Anarşi, "Kural yok." der.

Faşizm, "Lider var, kural yok." der (kelimeleriyle ifade etmese de). Lider, üç beş ucuz sloganla, her türlü mukaddesi/kuralı ezip geçebilir.

Biz, "İyi kurallar olsun. İnsanlar içlerinden gelenleri, bunların çerçevesinde gerçekleştirsinler." diyoruz.

Yazılmış olsun.





Polis Milleti

Soru şu: Memleket-genelinde, "düz vatandaş"tan ayrı, onun üstünde, onun hakkında fikirler yürütebilme, takib edebilme noktasında olan "polis", "istihbarat servisi" gibi ayrı bazı grubların olması hakikaten lazım mı?

Cevab şu: Hayır.

Alternatif Asayiş Sisteminin prensipleri şöyle:

Şimdi "İyi de o zaman, herkes zulüme mâni olursa, işkenceyi falan kim yapacak?" diye aklınıza bir soru takılabilir. Aslına bakarsanız, biz bunun hiç olmamasını zaten ideal kabul ettiğimizden, ayrıca eklemek için bir gayret de göstermedik. Böylesi iyi. Siz de zamanla alışırsınız.





"Modern Savaş Mantığı": Onlara Dönülecek Yuva Bırakmayın ?!?

Sivil olmanın tadı kaçmadı mı sizce?

Peki ya askere gitmenin?

Nerede o eski günler? Yani, bir dakika, Moğolları ve benzeri centilmen-olmayan işgalcileri falan kasdetmiyorum. Benim kasdettiğim, hani şöyle memleketinizi işgal ettiğinde bile sivillere hiç dokunmayacak, "şövalye ruhlu" düşmanlıklar zamanı.

Zamanımızda ise, bilakis, asıl niyet cephedeki silahlı durumdaki askerleri, inine çekilmiş diktatörleri bitirmek değilmiş gibi.

O askerlerin döneceği bir yuvaları kalmasın, haydi belki o diktatörlerin de emrinde kimse kalmasın diye stratejiler tertib ediliyormuş gibi bir kanaate kapılıyor insan.

Ve işin komiği, hep "düzenli ordu" diye bir şeyin propagandalarını duyarız. Kim hangi birliğe düşmüşse, oradaki emirlerle mükelleftir. Her yere gidip, her şeyi, emredildiğinde yapabilmelidir. İnsanların şahsiyetleri önemsizdir, bu fikre göre. (Bir nev'i, kasa kasa gazoz misali, diyebiliriz. Nasıl ki kasadan hangi gazozu çekseniz farketmez...)

Aslında muharebede şahsî kabiliyetler ve saha avantajı diye bir şeyler de olduğu akla bile getirilmez. Haydi, belki en fazla bir kaç ihtisas sahasına ayrılıp, "profesyonel" olmayanlar, oraya da kurayla/vb. gönderilir.

Profesyonellik dediğiniz ise, bir kere girildikten sonra, bırakılan bir şey değildir. Yani, yükselemese, pek de kabiliyetli olmadığı ortaya çıksa bile, hep yüktür. Profesyonel yük.

((Şu da var, ayrıca: Mesela, Saddam'ın "cumhuriyet muhafızları", ve bunun gibiler de profesyonel ordular değil mi? Millete fayda, milleti üniformalılar-üniformasızlar diye keskin sınırlarla ikiye bölerek mi olacak?))

Saha Avantajı: Bu Dağın, Taşın Sâhibleri. Kurtuluş Savaşı'nı duymuşsunuzdur. Onun bir de, evvela olabilmesini, yani işgacilerin yavaşlatılmasını, ve yer yer çıkarılmasını sağlayan, ilk muharibler olan Kuvay-ı Milliye güçlerini de. Ondan önce de, birinci dünya savaşında, Ruslar doğuda durdurulmuş. Bunlar olmasaydı, M.K.Atatürk'ün "Anadoluya geçmeye" zahmet etmesi falan da gerekmeyecekti, zaten.

İşgalcilerin sürülüp çıkarılması için toplanma zamanı geldiğinde, yani başka bölgelere de müdahale edebilecek, sahadan bağımsız, düzenli bir ordu gerektiğinde, bu ordunun da (çok muhtemelen asıl) çekirdeğini oluşturmuş, bu Kuvay-ı Millîyeci (ve ondan evvelki) hazır güçler.

Peki, hangi bölgelerde başarılı olmuş bu güçler? Peki, diğerlerinin halini şahsî-tembelliğe mi bağlayacaksanız? Yani, filanca bölgelerde millet "yan yatıp, işgalcileri seyretmiş" de, falanca bölgelerde ise "tembellik genleri o kadar aktif olmadğından" mı işgalcileri sürüp çıkarmış, ya da büyük kayıplar verdirmişler?

Doğu'da, Erzurum'da bir ordu merkezi de olması, diğer bölgelerle karşılaşınca, extra bir avantaj gibi gözükmüyor. Karşıda da Rusya.

Hakikaten sebeb "tembellik" mi? Yoksa "toptan vatan hainliği" mi? Yoksa, "bir değişiklik olsun; biraz da onlar bu toprakları idare etsin" diye mi? Yoksa, daha başka bir şeyler olabilir mi?

Bir ilham: İngilizler'in Sultan Abdülhamid zamanında, Ermenileri kışkırtıp isyanlar çıkardıktan sonra, Doğu Anadolu'da Kürt aşiretlere de yöneldiğini bir yerlerde, kısaca, okumuştum. Ermenilerde olduğu gibi, Türk-Kürt ayrılığı çıkartıp, koparmaya çalışmışlar.

Ama Sultan Abdülhamid direkt aşiretlerle görüşüp, "Nedir bu Kürt-Türk meselesi? Hepimiz müslüman değil miyiz?" diye halife olarak irtibat sağlayınca, bu tarafta kalmışlar.

Ve hepsi bu da değil. Bir de, padişaha/memlekete sadık, "Aşiret Alayları" olarak kendi topraklarında savaşmaya hazır bulunmuşlar. ((Küçük bir not: O zaman da Kürtçe konuşuluyormuş (tam yüzdesini bilmiyorum, ama çoğunluk olmalı). İşte, bölünmeye falan da sebeb olmamış. Bilakis, merkezdekilere bakılsın.))

Bu organizasyonda, bir yerlere gitmek yok. Kendi dağının taşının sahibi.

Ve, hemen orada, kendi ailesinin, malının, mülkünün korunması için. Yanık, bitkin, "gurbetteyim ana" asker şarkıları değil, tamamen kendi varlığını korumak için en temel savaş motivasyonu var.

Yani, anladığım, İngilizler'in mikrobu, "aşı" vazifesi görmüş. İkinci safhada, bütün memleket işgale maruz kaldığında ise, kendi bölgesinde, dededen, babadan, oğula, organize olmuş bu savaşçılar, "işe girişmişler."

Başka bölgelerdeki vatandaşlar ise, kendileri de pek çok savaşa "gitmiş" olmalarına rağmen, kendi şehirleri işgal edildiğinde, verimli şekilde organize olamadıklarından, pek varlık gösterememişler.

Benim anladığım bu. Mantıklı da geldi.

Düşündüğüm savunma konseptine benziyor da, o yüzden naklettim. Tarih âlimi olma iddiamdan değil. Hatalı olsa bile (ki nasıl olur bilemem), pek dert etmem. Ama doğruluğu çok yüksek ihtimal gibi. Yani, misal, gerçek misal, çok muhtemelen. (Vietnam'dan falan çok önceleri.)

Biz neciyiz? Askerî sistem için de, "Polis Milleti" asayiş sisteminde olduğu gibi, lokal organizasyonların, ihtiyaca binaen biraraya gelebilmelerini aklın yolu olarak tavsiye ediyorum.

Üniforma yok. Bilakis, şahsî kabiliyetler, şahsiyetler en ehemmiyetli olanı. Ezilmesi değil, optimum istifade edilmesi gerekeni.

Savaş canavarı makineleri mi? Uçaklar, tanklar, destroyerler, vs. Peki, "simülatör" diye bir şey duydunuz mu?

Şahıslar, simülatörlerde "teorik"/refleks kâbiliyetlerini evde geliştirebilirler. Filanca sahada kabiliyeti öne çıkanlar, simülasyonda çalıştıklarının hakikîlerine de (uçaklara, vs.) gidebilirler. Kendilerini son safhaya kadar, her teferruatıyla geliştirebilirler. Ve muhtemelen çok büyük de zevk alarak. Mesela hafta sonlarında.

Yani burada, "şu kadar yıldızlı", "ne iş olsa yapar" (hadi diyelim, çok genel bazı üç-beş branşta) ama aslında belki hiç bir yerde de koşmuş oynamışlığı, büyümüşlüğü, gözlemişliği olmayan, herkese tahakküm etme noktasında, ama emrettiği şahısları da cidden tanıma noktasında olmayan kimselerin iki dudağı arasından çıkacak laflara, bütün bir milletin kaderi emanet edilmeyecek.

Tecrübe mi? Mahsusçuktan yapılmış, "mavi kuvvetler, kırmızı kuvvetler" müsabakalarıyla mı?

Mesela, bizde, Kore Savaşı'ndan bu yana, ciddî boyutta bir düşmanın karşısına hiç çıkıldı mı? Kıbrıs'taki ya da şurada buradaki bazı eşkıyaları saymıyorsanız. Onun için "düzenli/merkezi ordu" boyutlarında bir şeye hiç gerek var mıydı ki?

Bilakis, güneydoğudaki terör, polisin özel timleri tarafından, millete de yaklaşılarak, bitirilme noktasındayken, askerlerin "polis çekilsin" ısrarıyla, ve sonradan üç yıl boyunca piyadeler, ve sonradan "ziyafet"lerle mesele kangrenleşmedi mi? ("Ziyafet" kısmı için, bkz. Avrupa Mahkemesi Kararları.)

Bu sefer, "sorti-başına-bitme" gibi yeni bir "konsept" çıktı. Her hava sortisinden sonra (tabii, milletin paralarıyla), "Bitirdik" dendi. Bir yere kadar doğru olabilir. Bombaların bir özelliği vardır: Düştükleri yerde insan falan varsa, onları öldürürler. Ama, daha genelde, hiç bitmedi.

En son, "yakalanma" hadisesinde bile zaten askeri bir şey olmadığı meydanda (bilhassa, milletin İtalya boykotunu hatırlıyor musunuz?). Ve hatta, bir de, (elleri kolları bağlı) teslim ettirenin de ABD olduğu, gazetelerde de yer almadı mı?

Bu ne şimdi? Ve kaybolan işgücü? Milletin bilmem nerede "hizaya sokulması"? Ya, memleket bütçesine yükün boyutu (silah falan da hariç; ki onlar da eskimişmiş)?

Bir de bu "yıldızlı" yetkilerin kötüye kullanılması "potansiyel"lerini de dikkate alırsanız...

Yani Vatan Haini diye bir çeşit insanın da olabilirliği unutulmuş gibi. Yani, eline verilen imkanları, verilen amaçlar için değil de, canı/cebi ne için istiyorsa onun için kullanabilecek insan tipi.

Sokaktaki, berber, veya taksi şoförü vatandaşa sorsanız, böyle bir şey "bizim ordu"da ASLA! olamaz. Teorik dehalar mı? Belki!...

Ama, M.K. Atatürk'ün "Gençliğe Hitabe"sinin son kısmını okuyacak olursanız, insan faktörünü "olur mu canım?"la boşveren değil, tedbirle dikkate alan bir pratisyenin fikirlerini de öğrenmiş olursunuz:

Yani, tecrübeleri, bildikleri, ona "Zinhar olamaz!" değil, "Olabilir!" dedirtiyor. Ben de aynen katılıyorum.

((Ek not: Yanlış hatırlamıyorsam, Kenan Evren'in hatıralarındandı. Orada ifade edilen, ordu-içi yükselme rekabetleri meselesini, imzasız mektubları, vs. de dikkate alınız. Her şey, hâlâ, çok mu sabit gözüküyor?))

Netice olarak, bunlara binaen, yapılması gereken de, hiç kimseye veya gruba kontrol edilemez güç vermemektir. Gücü elde tutup, ancak gerektiğinde sevk etmektir. Her bir yetkili şahsın, ne yaptığını kontrolde tutabilmektir.

Unutmayın: Kontrolsüz güç de güçtür. Ama sizin kontrolünüzde değildir. Ve pek muhtemelen, faydanıza da değildir.

Yazılmış olsun.





Seçerek Alınız, Mes'uliyetlerini Bilsinler

Türkiye'deki parti sistemine gelelim.

Bir lidere/fikire oy veriyorsunuz. O listeden seçilmiş birileri bambaşka bir partiye geçebiliyor.

Değerli bulduğunuz birisine oy verirken, onunla beraber bir sürü, belki onun daha önceden hiç tanımadığı şahısları da desteklemiş oluyorsunuz. (Eğer bağımsızsa, zaten oy fazlası, yani extra teveccüh, hiç bir faydaya tekabül etmiyor.)

Bu sayılanlar, zaten aritmetik olarak ayan beyan meydanda.

Bir de, hizmetler-veya-zararlar olarak alacak olursanız, yukarıdaki sistemin bize getirdiği bir de şu var: "Genel Başkanım emretti. Parti mecburiyeti. Ne yapayım?" muhabbeti.

"Genel başkanın istedi de, peki biz ne oluyoruz? Gidin, o zaman, genel başkanınla çay partisi düzenleyin." diyebiliyor muyuz? Deriz de, bir şey değişiyor mu? "Sistem böyle."

Eşraf. Tanıdığımız, hayatı boyunca hep doğru kararları almış (en azından, başkalarına haksızlık yapmamış, hatalarını da makul şekillerde düzeltmiş), korunacak bir ismi olan, eşraftan şahısları tercih etmeliyiz.

Bu günkü sistemle bile, her şehirden, tanınmış, itimat edilen birer avuç insan çıkıp, memleket çapında, "seçimlik-parti" kuramazlar mı?

Bütün "politika kurtları"nı bir yana bırakarak. Korunacak bir ismi olan, eşraftan. Yeterli. (Tanınacak kadar sosyal, iyi tanınacak kadar dürüst,vs. ise...)

Daha ideal bir sistem ise, herkese aldığı oy kadar temsil hakkı vermek olabilir.

Bunlar, çeşitli sahalara da ayrılabilir. Mesela, sağlık konusu özel bir temsil sahası olabilir. Millet, direkt olarak o sahdaki temsilcilerine karar verebilir.

Hatta, bunlar için, ayrıca "seçim zamanı" diye bir şey gerekmeye debilir. Herkesin kendini hangi sahada kimin temsil etmesini istediği belliyken, istediği zaman fikrini değiştirebilir. Veya, belli bir meselede, tek-seferlik, başkasına da destek verebilir. (İsteyenler, kime temsil hakkı verdiği konusunda anonim de kalabilir. Ama o zaman, bu paragraftaki avantajlardan, bilhassa tek-seferlik kararlardan, faydalanamazlar.)

vs. vs. İsteyene, teferruat da verilebilir, aslında. Ama, evvela şu birincisinden başlansa, diyorum.

Haydi!





Şubemiz Yoktur

Bir yerde baygınlık da veriyor, ama, ihtiyaca binaen, yazdığım her e-mektuba şunu da ekliyorum artık: Benim ismim geçiyorsa, alacağınız karar da mühimse, beni bizzat bulup, danışın.

"Benim adıma" kendinize maddi/manevi zarar verdirtmeyin, sömürtmeyin. Ben kimseye şahsî temsilci falan göndermiyorum.




Yazılmış olsun.



Ahmed Ferzen/Ferzan R Midyat-Zilan

zElQarneyn@hotmail.com

When Earth Moves...



Copyright (c) 2002 Ferzan Midyat. All rights reserved.